8 Mayıs 2014 Perşembe

BÜYÜKADA - AYA YORGİ KLİSESİ

Büyükada, adından da anlaşılacağı gibi İstanbul Adaları'nın en büyüğüdür. Bu da demek oluyor ki gezip görülecek çok şeyi var. Mutlaka gidip görmenizi tavsiye ederim. Adanın en büyük zevklerinden biri olan hatta belki de en büyük zevki olan bisiklet sürme zevkinden kendinizi alıkoymayın. Fakat özel günleri bu zevkin dışında tutmak fazlasıyla mantıklı olacaktır.








Omuz omuza yürütecek kadar kalabalık ortamları seviyorsanız başka tabi...
Hele ki o özel gün, geçtiğimiz 23 Nisan'daki gibi aynı zamanda katoliklerin Paskalya Bayramı'na denk geliyorsa müthiş bir yoğunlukla karşı karşıya kalabilirsiniz.






 Yine de sizin benimsediğiniz bir inanç olmasa bile o kalabalıkta insanlarla omuz omuza Aya Yorgi Klisesi'ne ulaşmaya çalışmayı eğlenceli bir hale getirmek de sizin elinizde. Ada halkı, şirin faytonlarıyla size nostaljik bir lüks sunuyor nasıl olsa...



Aya Yorgi Klisesi öyle büyük heybetli bir mimariye sahip olmasa da oldukça hoş yapıya sahip. Şahsen içine girip görme gibi bir imkanım olmadı ama tahminimce içinde de bir çok mimari güzellik vardır, artık onun yorumu da gidip gören arkadaşlarımıza kalsın.



Deniz kenarındaki kayalıklarda oturmanın verdiği huzuru gidip de yaşamanız lazım gerçekten. Denizin prüzsüz mavi yüzeyinde beyaz beyaz beneklercesine yayılmış martılarıa simit, poğaça atmanın zevkine erişmeniz lazım. Ama çayınızı termosla götürmenizi tavsiye ederim, şahsen oturduğum kafenin çayı "her nasılsa" denizi andıran bir tuzlulukla beni içme diye haykırıyordu. :)

29 Nisan 2014 Salı

FLORYA SOSYAL TESİSLERİ

Havanın güzel olduğu haftasonları sanki "asla evde oturmamalısın hemen dışarı çık!" demiyor mu? Tabi ki diyor. Bu yüzden bende kendimi sahilin olduğu bi' yere gitmek zorundaymışım gibi hissediyorum.


Arkadaşlarımı çağırdım. En yakın yerde florya olduğu için hemen bindik minibüse güneş plajında indik.
Güneş plajı yazları halka açılıyor kışınsa sadece yürüyüş yolu açık. Güneş plajından ilk girdiğinizde karşınıza kocaman bir otopark çıkacak. Sonra zaten her yerin yemyeşil ve ağaçların bolca bulunduğu yürüyüş yoluna çıkıyorsunuz ve burası gerçekten harika. Buraya her geldiğimde istemsizce mutlu olup eğlenirim ben. 

      

Sahilde oksijeni içime çeke çeke devam ettim ve evet florya sosyal tesislerine ulaşmış bulunmaktayız. Florya sosyal tesisleri genelde ailelerin takıldığı, bisiklet sürenler, paten sürenler, yürüyüş yapanlar, eğlenebileceğiniz bir lunaparkın, parkların, yemek yiyebilceğiniz yerlerin bulunduğu, güzel havalarda çok kalabalık olan ama yinede güzel olan yer. En başta karşımıza lunapark çıktı.


Sahilden biraz yukarı çıktık ve bisiklet sürmek alanları, çocuklar için oyun alanları, parklar ve milyonlarca lale gördük. gerçekten harika gözüküyordu. 

     

Daha sonra yemek yiyeceğimiz yere gittik. Bunun için yokuş çıkmamız gerekti çünkü tepede. Yerin ismi de "Şahin tepesi". Ne zaman gitsem kalabalık ama yemekleri gayet güzel. Hemen aşağısında bir tarafında park ve bir tarafında çiçek satış noktası var.

    

Ailenizle, arkadaşlarınızla ya da tek başınıza çok güzel vakit geçirebileceğiniz. Güzel fotoğraf çekip eğlenebileceğiniz. Yürüyüş, koşu yapabileceğiniz, bisiklet sürebileceğiniz Gidip görmeniz gereken yerlerden biri diyebilirim. Bi pazar gününüzü geçirmeniz gerekli :^^


4 Nisan 2014 Cuma

YEREBATAN SARNICI


Sultanahmet Meydanı’nda birbirinden güzel tarihi eserler arz-ı endam ederken güzellikleri bu kadar ortadayken gizli saklı duran, dışarıdan bakınca bir şeye benzetilemeyen Yerebatan Sarnıcı, içine girince bambaşka bir güzellik sunuyor.
Islak merdivenlerden inerken hafif ışıklandırılmış loş ortamı ve çalan müzikle bir anda insanı etkileyen büyüsü başlar sarnıcın. Yapılış amacı bu olmasa da… Bugün konserler ve çeşitli kültürel etkinliklerin düzenlendiği sarnıç, Doğu Roma İmparatorluğu’nun parlak dönemlerinde İmparator Justinianus zamanında yaptırılmış (MS.532). Taa Belgrad Ormanlarından getirilen su, burada toplanıp sarayın su ihtiyacını karşılarken şimdi içinde bulunan sulara madeni para atan turistlerin dilekleri karşılanıyor. İrili ufaklı pek çok balığın da yaşam alanı olan bu sularda balıklar kelimenin tam anlamıyla paranın içinde yüzüyorlar.
9 metre yüksekliğinde tam 336 mermer sütun birbirlerine 4,8 metre mesafeyle sıralanıp sarnıcın ayakta kalması için yıllardır bu yükü çekiyorlar, aynı zamanda eşsiz bir görüntü oluşturuyorlar. İlk bakışta hepsi aynı gibi görünse de sütunların bazıları mermer, bazıları granit, bazıları tek parça bazıları iki parça, bazıları corinth bazıları ise ion üslupla şekillendirilmiş. Çoğu silindir şeklinde olsa da köşeli veya yivli olana da rastlamak mümkün ki bu sütunların önemli bir bölümü eski yapılardan toplanıp burada kullanılmış.
Sütunların arasında ahşap yürüme yollarının müsaade ettiği kadarıyla sarnıcın içinde dolaşırken yol seni sonunda yan ve ters duran iki medusa başının sütunlara kaide olarak kullanıldığı kuzeybatı köşesine götürür. Medusa, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarından, üç gorgonadan biri olarak bilinir. Üç kız kardeşin ikisi ölümsüz, yılan başlı olan Medusa ise ölümlüdür. Kendisine bakanları taşa çevirme gücü vardır. Mitolojik olarak medusa başının büyük yerleri ve özel yapıları kötülüklerden korumak amaçlı kullanıldığı düşünülüyor.

28 Mart 2014 Cuma

KIZ KULESİ


Efsanevi, bir o kadar da büyüleyici hikayeleri ile Kız Kulesi, İstanbul Boğazı’nın sembollerinden birisidir.  Eminim hepimizin, Kız Kulesi ile ilgili duyduğu bir hikaye vardır. Sanırım en bilineni bir kralın güzeller güzeli kızını hapsettiği bir kule olarak bilinmesi. Hikayeye göre, bir kahin krala kızının bir yılan ısırması sonucu öleceğini söylemiş. Kızını deliler gibi seven kral, bu kehanete karşı çıkabilmek ve kızını koruyabilmek için bugünkü Üsküdar kıyısındaki küçük adacıkta bulunan kuleye kızını yollamış ve onun başka insanlar ile görüşmesini yasaklamış. Fakat yine de bu güzeller güzeli prenses, kendisine gelen bir meyve sepetinin içinden çıkan yılan tarafından ısırılmış ve ölmüş.

Eğer bu hikayeyi bilerek bir akşamüstü Üsküdar’dan geçiyorsanız Kız kulesini o akşam güneşinde bambaşka bir gözle göreceksiniz. Ancak hikayeler sadece bununla bitmiyor. ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ sözü yine bu hikayelerden biriyle bağlantılı. 8.yy da Battal Gazi adındaki bir Emevi askeri, adamlarıyla birlikte tam Kız Kulesi’nin karşısında kamp kurunca o zamanın imparatoru kızını ve hazinelerini Kız Kulesi’ne saklamış. Ancak askerleriyle kuleyi kuşatan Battal Gazi hem prensesi, hem de hazineleri alarak kaçmış.


Son hikaye ise, bir Romeo Juliet hikayesi gibi derin bir aşkı anlatıyor. Kız Kulesi’nin diğer ismi olarak ta bilinen, Laender Kulesi hakkında. Birbirlerine delice aşık olan Laender ve Hero boğazın iki farklı yakasında yaşıyorlarmış. Geceleri Laender, Hero’nun kuleye astığı lambaya yüzerek genç kızla buluşur, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte de yaşadığı yere dönermiş. Ancak bir gece rüzgarın uçurduğu lambayı takip eden Laender yönünü kaybedip boğulmuş. Aşığının öldüğünü öğrenen genç kız ise kuleden atlayarak canına kıymış.
Hem romantik, hem de hüzün dolu hikayeleri olsa da Kız Kulesi İstanbul’a gelen herkesin ziyaret etmesi gereken bir yer bence.

Bir kayanın üzerine oturmuş olan kulenin tarihi sadece 19.yy’a kadar gidiyor ama ilk bina olarak, M.Ö. 408 yılında Atinalı General Alcibiades tarafından Perslerin saldırılarını durdurmak için yapılmış. Sonrasında, Bizans döneminde I.Manuel Kommenoz buraya ufak bir kale inşaa ettirmiş. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı kale, Sultan I.Selim zamanında restore edilmiş. Bir dönem hapishane olarak ta kullanılmış.

Osmanlı zamanında çıkan yangınlardan kule de payına düşeni almış maalesef. 1719 senesinde çıkan yangın uzun süre kontrol altına alınamamış ve kule büyük ölçüde zarar görmüş. Günümüzdeki haline ise Sultan II.Mahmud tarafından getirtilmiş.

Değişik bir çok hikayeye konu olan kulenin görevleri sadece bunlarla da bitmemiş bir dönem Boğaz’dan geçen gemiler için gümrük istasyonu olmuş, Bizans döneminde İstanbul’un fethi sırasında savunma amaçlı kullanılmış. Hatta 1830 kolera salgını sırasında bir de karantina hastanesine dönüştürülmüş. Günümüzde ise enson 2000 yılında yapılan tadilat ile kafe, restoran ve boğazın inanılmaz güzelliğini seyredebileceğiniz bir nokta haline getirilmiştir.


Hem bu kadar hikayeye konu olan bir yer olunca, hem de bu kadar güzel bir yerde olunca, Kız Kulesi çekilen birçok filme de konu olmuş. Bond filmleri bilinen en ünlü filmler arasında yer alıyor.

Üsküdar Salacak’ta Kule’nin tam karşısından kalkan tekneler ile kuleye ulaşmak mümkün. Boğaz’ın diğer yakasından ise tekne seferleri Ortaköy ve Kabataş’tan sağlanabiliyor.  Eğer bir yaz akşamı dostlarla ya da sevgilinizle keyifli bir akşam geçirmek istiyorsanız restoranında önceden rezervasyon yaptırarak gitmenizi öneririm.

19 Mart 2014 Çarşamba

TOPKAPI SARAYI MÜZESİ


İstanbul’un metrekareye düşen turist sayısının en yoğun olduğu Sultanahmet civarı, tarihi ve mimari şaheserleri, çevre düzenlemeleriyle geçmişle bugünü iç içe yaşatıyor. Bir tarafta Sultanahmet Cami (içindeki çinilerinden dolayı yabancılar Blue Mosque -Mavi Cami- diyorlar), Ayasofya Müzesi, yer altında Yerebatan Sarnıcı, biraz ilerde Topkapı Sarayı derken meydanda nereye baksanız bir güzellikle karşılaşırsınız.

Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmet zamanında 1478 yılında yaptırıldıktan sonra yaklaşık 380 sene devletin idare merkezi oluyor. Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasından sonra saray halkı oraya taşınsa da Topkapı önemini hiç kaybetmemiş. Hatta Sultan Abdülmecid zamanında ve sonrasında bir müze gibi gelen yabancı konuklara gösterilirmiş.

3 Nisan 1924 tarihinde Atatürk’ün emriyle halkın ziyaretine açılmak üzere İstanbul Âsâr-ı Atika Müzeleri Müdürlüğü’ne bağlanan Topkapı Sarayı, önce Hazine Kethüdalığı sonra Hazine Müdüriyeti adıyla, sonunda Topkapı Sarayı Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış. 1924 yılında bazı onarımlar yapıldıktan sonra 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak ziyarete açılmış.

Sarayburnu tepelerinden boğaza bütün ihtişamıyla bakan Topkapı Sarayı, mükemmel konumunun yanı sıra mimari yapısı ve içinde barındırdığı Osmanlı döneminin zenginliğiyle ülkemizin en çok ziyaret edilen müzelerinin başında geliyor. Sahip olduğu zenginliği odalar içinde camekanlar arkasından görmek -hatta kalabalıktan görememek- yüzünden ne yazık ki saray havasını yaşatamasa da bahçe düzenlemeleri, dış görünüşü ve binalarıyla hala çok etkileyici…

Ayasofya Müzesi’ni solumuza, III. Ahmet Çeşmesi’ni sağımıza aldığımızda karşımıza Bab-ı Humayun (Saltanat Kapısı) çıkar. Bu kapıdan girince büyük ve ağaçlar içinde bir avluya gireriz. I. Avlu (Alay Meydanı) adı verilen bu alandan günümüze kadar gelmiş olan Aya İrini, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk kilisesidir (M.S 330′lu yıllar). Fatih, İstanbul’u fethinden sonra buraya sarayı yaptırırken kiliseyi camiye çevirmemiş, kıymetli savaş ganimetlerinin saklandığı, özel eşya korunağı olarak kullanmıştır. Sonra gelen padişahlar da bu geleneği bozmamış, 1869 yılında ise Aya İrini Müze-i Hümayun (Sultanın Müzesi) olmuştur. Günümüzde çeşitli sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapıyor.


II. Avlu’ya çıkan “Orta Kapı”yı (Bâb-üs Selâm) geçince asıl müze girişine varmış oluyoruz. Sağ tarafta sıra sıra bacaları ve kubbeleriyle Matbah-ı Amire (sarayın yemeklerinin yapıldığı bölüm), sol tarafta Has Ahırlar (padişahın ve saray atlarının bakıldığı yer), biraz daha ilerleyince Harem-i Hümayun karşımıza çıkıyor.

Harem: Bu bölümde yer alan Harem’e ayrıca giriş ücreti alınıyor (15 TL). Yaklaşık 250 odadan oluşan Harem, bilinen anlamından ziyade saray kadınlarının yetiştirildiği ve yaşadığı bir tür okuldu. Buradaki kadınlar dini eğitimin yanı sıra müzik, yemek, dikiş, nakış vb. de öğrenirlerdi. Padişah, valide sultan, kadınefendiler, gözdeler, şehzadelerden oluşan hanedan ve cariyeler ile haremi koruyan harem ağaları hariç hiç kimsenin giremediği sarayın en korunan, özel yeri haremdi. Harem düzenini oluşturan her bir hizmet ve hiyerarşi grubu birer avlu çevresindeki mekanlarda yaşardı. Bunlar girişten itibaren harem ağaları, darüssaade ağası, cariyeler, valide sultan, padişah, kadınefendi, şehzade ve gözdeler daireleridir. Bu bölümlerde odalara girilmiyor; sadece dışarıdan, taşlıktan bakılabiliyor. Bu çıplak halleriyle de insanın gözünde canlandırması pek mümkün olmuyor.


Çini kaplamaları duvarlarıyla harem ağaları koğuşu üç kat boyunca sıralanan odalardan oluşuyor. Alt kattaki taşlığa bakan odalarda yönetici ağalar, üst katlarda ise acemiler yaşıyordu.



İlerleyince cariyeler ve kadınefendiler taşlığı geliyor. Hanedanın devamı ve hizmeti için civar ülkelerden getirilen kızların oluşturduğu cariyeler, saray disipliniyle eğitilirlerdi. Yeteneklerine göre yükselip cariyeleri eğiten kalfa ve usta olabilirlerdi. Padişahla beraber olan cariyeler gözde; padişahtan çocuk sahibi olanlar kadınefendi; çocuğu tahta çıkarak padişah olanlar ise valide sultan olarak en üst makama ve otoriteye sahip olabilirdi.

Cariyeler; padişah, valide sultan ve kadınefendi daireleri altındaki büyük koğuşlarda yaşardı. Kadınefendiler çocukları ve hizmetlerindeki cariyeleriyle birlikte kendilerine ait dairelerde yaşarken bunlardan veliaht şehzadesi olanlar başhaseki olarak adlandırır ve arkasından gelen üç kadınefendiyle birlikte valide sultandan sonra harem hiyerarşisinde önemli bir yere sahip olurlardı.

Buradan sonra valide sultan dairesi karşımıza çıkar. Padişah dairesiyle birlikte haremin en geniş ve önemli bölümüdür. 1500′lü yıllarında sonunda valide sultanların saraya taşınmasıyla inşa edilmiştir. Ziyarete açık olan bölüm sofa, yatak ve dua odalarıdır. Çini kaplamalı duvarlar, 19. yy. başında batı etkili panoramik manzara resimleriyle de süslenmiştir.





Valide sultan dairesinden sonra hünkar sofası gelir. Padişahların kabul ve tören salonu olarak kullanıldığı gibi hanedanın toplandığı eğlenceler, bayramlaşma ve düğün törenleri de burada yapılırdı. Hünkar sofasında padişahın oturduğu taht ve valide sultanla kadınefendilerin oturduğu bir galeri bulunuyor. Duvarlara çini, kalemişi vs. süslemeler yapılmış.




Hünkar sofasından sonra yol, gözdeler/mabeyn taşlığı ve dairesine çıkıyor. Böylece Harem’in son bölümüne gelmiş oluyoruz. Burası, altınyol üzerinde yan yana sıralanmış gözde odalarıyla başhaseki dairesi ve zemin katta aynalı odayı da içeren mabeyn bölümünden oluşuyor olsa da bunların hiçbirini göremiyoruz. Sadece dışarıdan binaya bakılabiliyor. Aynı taşlıkta bir de 17.yy’da farklı dönemlerde yapılan iki has odadan oluşan Çifte Kasırlar (Şehzadeler Dairesi) bulunuyor. Şehzadeler erişkin çağa gelene kadar saray disipliniyle eğitilir, sonra da Anadolu’da çeşitli şehirlerde sancak beyliğine gönderilerek ülkeyi yönetme konusunda tecrübe kazanırlardı. 17.yy. başından itibaren Harem’in de yönetimde etkili olmasıyla birlikte sancağa çıkma terk edilerek şehzadeler Harem’de yaşamışlardır. (Harem’le ilgili burada yazdığım bilgiler, Harem’deki bilgilendirme panolarından düzenlenmiştir.)


Harem’in çıkışı III. Avlu’ya açılsa da biz Harem girişinin yanındaki Divan-ı Hümayun ve Adalet Kulesi’ne geri dönelim. Adalet Kulesi, Sultan Abdülaziz zamanında bugünkü yüksek ve sivri külahlı görünümünü kazanmış, sembolik olarak Osmanlı Devleti’nde adaletin her şeyin üstünde olduğu gibi bir anlamı var.


Divan-ı Hümayun’un bulunduğu II. Avlu, devlet ve saray düzeninin yönetim etkinlikleriyle ilgili yapılarının yer aldığı bir avlu olarak tasarlanmış. Divan ve Adalet Meydanı olarak da bilinen bu alan, ayrıca padişahların tahta çıkış ve cenaze törenlerinin yapıldığı yer olarak da kullanılmış. Buradaki Kubbealtı, Divan-ı Hümâyûn’un ana toplantı yeri olmuş. Adalet kasrına bitişik olan duvarında, padişahın divan çalışmalarını demir parmaklıklar ardından izlediği pencere (Kafes-i Müşebbek) bulunuyor. Divan toplantılarını veziriazam yönetir; padişah bu kafesin ardından izlerdi.




Divan Meydanı’ndan ilerleyince padişah dairelerinin ve Enderun’un yer aldığı III. Avlu’ya geçişi sağlayan sarayın en önemli kapısı Bâb-üs Saade (Saadet Kapısı ya da Ak Ağalar Kapısı) karşımıza çıkar. III. Avlu, Enderun Avlusu olarak bilinir. Padişahın yaşamı için gerekli yapılar ile Enderûn teşkilatının gerektirdiği koğuşlar bulunurdu.

Bâb-üs Saade kapısının tam karşısında Arz Odası bulunur. Padişahın yabancı devlet elçilerini kabul ettiği ve devlet erkanı ile toplantılar yaptığı alan, restorasyonlardan sonra ziyarete açılmıştır. Ayrıca, veziriazam’ın divan toplantıları sonrası padişaha gündemi arz ettiği yerdir. Hemen karşısındaki kubbeli bina ise saraydaki kitapların bir arada durması için III.Ahmet’in yaptırdığı III.Ahmet Kütüphanesi ya da Enderun Kütüphanesi’dir. Meydanda bir de girişe izin verilmeyen Ağalar Cami bulunuyor.


Arz Odası’nın sağ tarafındaki yan yana odalar ise saray koleksiyonunun camekanlar ardından izlendiği bölümlerdir. İlk odada padişah elbiselerinden örnekler; Hazine I’de abanoz taht, sorguçlar; Hazine II’de ganimet olarak alınan ya da hediye edilen Osmanlı nişanları, saltanat tahtları; Hazine III’de saray sanatçılarının yüzyıllar boyunca yaptıkları eserler; Hazine IV’de Topkapı Hançeri, Kaşıkçı Elması gibi saray hazinesinin önemli parçaları sergileniyor (Bu bölümlerin içinde fotoğraf çekmek yasak).


Has Oda adı verilen Padişah odasında Müslümanlığa ait Kutsal Emanetler sergileniyor. Bu alanda her zaman canlı olarak Kuran-ı Kerim okunuyor. Bu odadan çıkıp yandaki odaya girince de genellikle 19. yy. eserlerinden oluşan Padişah Portreleri bölümü yer alıyor.

III. Avlu’yu geçince Sofa-i Hümâyûn denilen bölüme (IV. Avlu) geçilir. Bu bölüm Sultan IV. Murad (1623-1640) ve Sultan İbrahim (1640-1648) döneminde Haliç tarafına doğru genişletilerek ve yeni köşkler yapılarak günümüzdeki görünümünü kazanmıştır. IV. Murat’ın fetihlerin anısına yaptırdığı birbirine benzeyen Revan Köşkü (1636) ve Bağdat Köşkü (1639) bu bölümdedir.





Bu avluda ayrıca, içi ve dışı çinilerle kaplı Sünnet Odası, Sofa Cami, Mecidiye Köşkü ve Kameriye Köşkü gibi yapılar var. Burada deniz tarafında İstanbul manzarasını arkanıza alarak fotoğraf çektirmek için özel bir bölüm var. Yabancı turistlerden fırsat bulunursa böyle bir fotoğraf arşivinizde olmalı bence. Lokantanın olduğu tarafta da yine mükemmel İstanbul Boğazı manzarası görülebilir.



Müzeye giriş 20 TL. (2009). Harem bölümü için ayrıca 15 TL. ödemek gerekiyor. 20 TL’ye Müze Kart alarak bir yıl boyunca Kültür Bakanlığı’na bağlı müzelere ücretsiz girilebilir. Avrupa’da pek çok ülkede olan bu uygulamanın artık bizde de olmasından mutluyum. Müze Kart ile sadece İstanbul’da değil, ülkemizin her yerinde belirtilen müzelere girilebiliyor. Üstelik bilet kuyruğuna girmeden kartımızı okutup turnikeden hemen geçebiliyoruz. Topkapı Sarayı Müzesi Salı günleri hariç her gün 09.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.


Mustafa Berk GÜL



23 Şubat 2014 Pazar

SİLİVRİ


Sömestr tatilindeydik. Bilirsiniz her senede bir 15 tatil oluyor.

Bir sabah uyandım ve 5 yıldır her ne kadar mesafe olarak birbirimizden uzak olsak da yakın olduğum arkadaşım Cansel bize geleceğini söyledi. Geldi ve biraz bizde takıldıktan sonra annesi ve babasıyla beraber Silivri'ye gittik. Böylece Silivri yolculuğum başlamış oldu.
Yol en fazla 1 buçuk saat sürüyor. Önceden de Silivri'ye gittiğim
olmuştu. Ben aslında sürekli giderim Silivri'ye yahu güzel yerdir. Sessiz sakin ama sahili dışında çok fazla gezilecek yeri yok. Sahilinde de oturup sohbet edebileceğiniz sıra sıra hoş kafeler var.




Ağaçlar ve yürüyüş yoluyla çok güzel bir sahilden bahsediyorum. Yaz akşamlarında çok daha canlı oluyor tabi; bileklik satan yerlerin, mısır arabalarının bulunduğu hafif gece pazarı tarzında çok güzel bir sahil... Burada yaşasam yapabileceğim en güzel şey kulaklıkla müzik dinleyip sahilde yürüyüş yapma olurdu herhalde. İşte sahile yakın olan yerleri bu yüzden çok seviyorum. Ya da paten falan sürerdim ne bileyim. 







Sahilden çarşıya doğru çıkarsanız Yoğurtçu Heykeli'ni göreceksiniz ki zaten Silivri denince akla gelen ilk şeyin yoğurt olduğunu hepimiz biliriz. (Beni umursamayın, heykele bakın :D)







Yoğurtçu Heykeli'ni de geçip Silivri çarşıya çıktığımızda ise mağazaları ve marketleri görüyoruz. Silivrililer Fenerbahçe Derneği bile var. Tam anlamıyla alışveriş merkezi olmasa da yemek yeyip biraz da gezip sinemaya gidebileceğiniz Kipa var.















Sağ fotoğraftaki su birikintisi Venedik'i anımsattığı için turistlerin ilgi odağı oluyormuş. Hemen orada bir yazı dikkatimi çekiyor; "Yakında gondol turları da olacak."

Ayrıca yerleşim alanları açısından ise Silivri'de tek tük evler yerine genellikle havuzlu siteler tercih edilmiş. 


Arkadaşlarımda 2 gün kaldıktan sonra otobüse binip evime geldim. Tek başına yolculuk yapmak tabi ki harikaydı. Hatta yol daha uzun bile olabilirdi bence.
Bir gezimde böyle son buldu. Eğer bir gün Silivri'ye yolunuz düşerse bir gezin derim. Ama öyle çok da harika ötesi bir yer değil, yani ben yolunuz düşerse diyorum.




Binnur ŞENTÜRK

26 Aralık 2013 Perşembe

AYASOFYA MÜZESİ


Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul'un eski şehir merkezine katedral olarak inşa ettirilen ve günümüzde müze olarak hizmet veren tarihi yapıdır.
1501 yıllık tarihi olan Ayasofya, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır. Başlangıçta bir kilise olarak inşa edilen ve Osmanlı döneminde camiye çevrilen Ayasofya, günümüzde bir müze olarak hizmet vermektedir ve bu sebeple Ayasofya Müzesi olarak anılmaktadır.
İsmi Yunanca "Kutsal Bilgelik" anlamına gelir. 532-537 yılları arasında, 5 yılda tamamlanmıştır. Dünya’nın en eski ve en hızlı inşa edilen katedralidir. Günümüzde, dünyanın yüzölçümü bakımından dördüncü büyük katedrali olarak kabul edilir.Bizans tarihçileri (Theophanes, Nikephoros, Gramerci Leon) ilk Ayasofya'nın İmparator I. Constantinus (324-337) zamanında yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Birinci Ayasofya’nın inşasına Konstantinos zamanında başlanmışsa da inşaatin 360 yılında tamamlandığı sanılmaktadır. Bazilika planlı, ahşap çatılı bu yapı, bir ayaklanma sonunda yanmıştır. Bu yapıdan hiçbir kalıntı günümüze gelmemiştir.
İmparator II. Theodosius, Ayasofya'yı ikinci defa yaptırmış ve 415'te ibadete açmıştır. Yine bazilika planlı bu yapı 532'de Nika ihtilali sırasında yanmıştır. 1936 yılında yapılan kazılarda bununla ilgili bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabede girişi gösteren basamaklar, sütunlar, başlıklar, çeşitli mimari parçalardır.
İmparator Justinianus (527-565) ilk iki Ayasofya'dan daha büyük bir kilise yaptırmak istemiş, çağın ünlü mimarlarından Miletos'lu İsidoros ve Tralles'li (Aydın) Anthemios'a günümüze ulaşan Ayasofya'yı yaptırmıştır. Yapımına 23 Aralık 532'de başlanmış, 27 Aralık 537'de tamamlanmıştır. Miletli Isidore ve Trallesli Anthemius tarafından tasarlanan binanın Aralık 557 depreminden sonra zayıflayan kubbesi Mayıs 558'de çökünce farklılaştırılarak yeniden inşa edilmiştir. Anadolu, Mısır ve Yunan antik şehir kalıntılarından sütunlar, başlıklar, mermerler ve renkli taşlar Ayasofya'da kullanılmak üzere İstanbul'a getirilmiştir. Bu üçüncü Ayasofya’nın inşası tamamlandığı gün, Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman Tapınağı’ndan daha büyük olduğundan İmparator Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında “Ey Süleyman! Seni yendim” demiştir. Döneminin en geniş kubbesine sahip olan yapı, asırlar boyunca sık sık yenilendi. Ayasofya’nın Bizans döneminde birçok kez çöken kubbesi Mimar Sinan’ın istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir. Bu kubbe, katedral kubbeleri içinde çapı bakımından dördüncü büyük kubbedir .

Osmanlı Dönemi

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a girişinin ardından ilk iş olarak Ayasofya'nın onarılmış olması dikkat çekicidir. Bazı rivayetlere göre cami tam kıble yönünde olmadığı için Fatih'in eli ile duvarı kıbleye doğru iterek düzelttiği anlatılır. Rivayetin kökeni aslında diğer en eski kiliselerde olduğu gibi absidi Kudüs’e yönelik olarak yapılmış olması gereken Ayasofya’nın absidinin hafifçe kıbleye yönelik olmasıdır. Ayasofya'daki papaz odalarını medrese olarak faaliyete başlatmış, İstanbul Üniversitesi'nin temeli sayılan bu medreseler 1934 yılında Müzeler Müdürlüğü tarafından her nedense yıktırılmıştır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından döneminde camiye çevirilmiş olan Ayasofya, Osmanlılar arasında 500 yıl içinde İstanbul'un en önemli camilerinden birisi oldu. Yapıya çeşitli padişahlarca dört minare eklendi. En eski minaresi tuğladan yapılmış olanıdır.
Ayasofya İstanbul'un fethi ile birlikte başlayan Türk döneminde çeşitli onarımlar görmüştür. Mihrap çevresi, Türk çini sanatı ve Türk yazı sanatının en güzel örneklerini içerir. Bunlardan kubbedeki ünlü Türk Hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Kuran'dan alınma bir suresi ile 7.50 m. çapındaki yuvarlak levhalar en ilgi çekici olanıdır. Bu tahta levhalarda, Allah, Muhammed, Ömer, Osman, Ali, Ebu Bekir, Hasan ve Hüseyin'in isimleri yazılıdır. Mihrabın yan duvarlarında ise Osmanlı padişahlarının yazıp buraya hediye ettiği levhalar vardır.
Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve şehzadelerin türbeleri, Sultan I. Mahmut'un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti, kütüphanesi, Sultan Abdülmecit'in hünkar mahfeli, muvakkithanesi, Ayasofya'daki Türk çağı örnekleri olup türbeler, iç donanımı, çinileri ve mimarisiyle klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır.
Ayasofya 1935 yılında Atatürk'ün emri ile müze haline getirildi.Bizans dönemi mimarisinin ve sanatının en görkemli örneklerine sahip olan yapı, Mimar Sinan'ın yaptığı Süleymaniye ve Selimiye Camii'nin esin kaynağı oldu. 916 yıl kilise olarak kullanıldıktan sonra 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethi ile birlikte camiye dönüştürüldü ve cumhuriyetin ilanından sonra 1935 yılında Atatürk'ün emriyle müze olarak kullanılmaya başlandı.

Mimari özellikleri

Mozaikleriyle ünlü yapıyı 55.60 m. yüksekliğinde ve içten 30.80.-31.88 m. çapında 40 kaburgalı bir kubbe örtmektedir. Binanın ağırlığını 40'ı aşağıda, 67'si üst katta 107 sütun taşımaktadır. Mimari yönden incelendiğinde büyük bir orta mekân, iki yan mekân (nef), absis, iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. İç mekân, 100 x 70 m. ölçüsünde olup, üzeri dört büyük ayağın taşıdığı 55 m. yüksekliğinde, 30.31 m. çapında kubbe ile örtülmüştür.

Mozaikleri

Ayasofya'nın mimarisinin yanı sıra mozaikleri de büyük önem taşımaktadır. En eski mozaikler iç narteks ve yan neflerde altın yaldızlı geometrik ve bitkisel motifli olan mozaiklerdir. Figürlü mozaikler 9.-12. yüzyıllarda yapılmıştır. Bunlar İmparator kapısı üzerinde, absiste, çıkış kapısı üzerinde ve üst kat galeride görülmektedir. Üst galerideki, Meryem Ana’nın ve Vaftizci Yahya’nın da temsil edildiği büyük mozaikte İsa Peygamber’in yüzünün sağ ve sol yarıları birbirinden farklı olarak temsil edilmiştir. Bu özellik Leonardo da Vinci’nin ünlü eserinde de görülmekle birlikte, Ayasofya’daki bu mozaik 12.yy.’da yapılmış olduğundan Vinci’nin eserinden daha eskidir. Ayasofya'da, mevlut okuma balkonunun yanında, zeminde bulunan, çeşitli renklerde dairesel taşlar içeren, Yerin göbeği anlamındaki Omphalion (omphalos) adını taşıyan, kare biçimli alan, Bizanslılar'ca Dünya'nın merkezi olarak kabul edilmiş olduğundan Bizans imparatorlarının taç giyme törenlerine sahne olmuştur.
Güney galeri dibindeki 12. yy. mozaik panoda, Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II. Komnenus, İmparatoriçe İrene, yan duvarında hasta Prens Aleksios yer alır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. Buradaki ikinci pano, tahta oturmuş İsa, yanında İmparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası Konstantin Monomakhos'dur, Konstantin’nin kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitti. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir.İç koridordan müzeyi terk ederken görülen büyük bir mozaik pano 10. yy’dan kalmadır. Bozuk perspektifli figürler: Ortada Meryem Ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan Büyük Konstantin ile Ayasofya maketini sunan Justinyen'dir. Çıkışta kısmen zemine gömülü M.Ö. 2. yy’dan kalma muazzam bronz kapılar Tarsustan, belki de bir pagan mabetinden getirtilerek, burada tekrar kullanılmıştır.
Müze bahçesinde değişik devirlerde inşa edilmiş Türk Sanat eserleri bulunur. Bunlar bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvandır. Doğu cephesi minareleri 15, batıdakiler de 16. yy’da eklenmişlerdir.

Konuyla İlgili Görseller